Yukarının DevamıBir ferromanyet ısıtıldığında, Curie noktası olarak adlandırılan bir sıcaklıkta
ve üzerinde manyetik özelliğini kaybeder ve tamamen normal bir maddeye dönüşür.
Saf demirin Curie noktası 770 °C'dir. Bu sıcaklığın üzerinde bir demir parçası
ne bir mıknatıs olabilir, ne de bir mıknatıs tarafından çekilebilir. Curie noktasındaki
değişim atomik mıknatısların paralel doğrultuda yönelebilme yeteneklerini kaybetmelerinden
kaynaklanıyor. Bu değişimin erimeyle herhangi bir ilgisi yok. Örneğin demir
1538 °C'de erir. Bir uç örnek vermek gerekirse, Disprosyum metali -185 °C'de,
oda sıcaklığının çok altında, mıknatıslığını kaybeder ve 1411 °C'de erir.
Son olarak, ısıtıldığı için mıknatıslığını kaybeden ve artık manyetik alanlar
tarafından çekilmeyen maddeleri çekmek için ne yapabiliriz? Burada en garanti
çözüm çok güçlü manyetik alan uygulamak olacak. Çünkü bütün maddeler, ferromanyet
olsun ya da olmasın, manyetik alanlardan etkilenirler. Normal maddelerde bu
etki çok zayıf olduğu için, evinizde kullandığınız mıknatıslarla etkiyi hissedebilmeniz
olanaksız. Ancak büyük laboratuarlarda bulunan güçlü elektromıknatıslarla bu
kuvveti gözlemlemek mümkün.
Maddeler kabaca üçe ayrılabilir: ferromanyetler, paramanyetler ve diamanyetler.
Paramanyetler, tıpkı ferromanyetler gibi üzerlerine uygulanan manyetik alanla
aynı doğrultuda, fakat çok zayıf bir biçimde, mıknatıslanırlar. Diamanyetler
de tam ters yönde. Bu nedenle, mıknatıslar paramanyetleri çeker ve diamanyetleri
iter. Normalde ferromanyet olan maddeler, Curie noktasının üzerinde paramanyetiktir.
Yani, çok sıcak bir demir parçasını, hatta erimiş demiri bile güçlü bir mıknatısla
çekmek mümkün.
Diamanyetik maddelere en iyi örnek bildiğimiz su ve canlı maddeler. Diamanyetik
maddenin en ilginç özelliği, mıknatıslar tarafından boşlukta sabit tutulabilmeleri.
Fotoğrafta Hollanda'daki Nijmegen üniversitesinde gerçekleştirilen, zıt yönde
etkiyen yerçekimi ve manyetik kuvvetlerle havada dengede durabilen küçük bir
kurbağa gösteriliyor. Detayları ve aynı deneyin daha değişik diamanyetler için
nasıl yapıldığını görmek istiyorsanız
http://www.sci.kun.nl/hfml/froglev.html adresini tıklayabilirsiniz.
Bir yıldızın karadeliğe dönüşebilmesi için kütlesinin belli bir limitin üzerinde olması lazım. Ama bir karadeliğin olay ufkuna sahip olması için (teoride) kütlesinin belli bir limit üzerinde olmasına gerek yok. Örneğin bir kalemi bile yeterince sıkıştırabilirsek bir karadelik elde edebiliriz. Burada önemli olan kütlenin değil yoğunluğun belli bir sınırın üzerine çıkması.
Sorum şu: Bir atomun kütlesinin, atomun hacmine oranla çok küçük bir alanda, çekirdekte toplandığını biliyoruz. Acaba atom çekirdeğinin, ondan da öte proton ve nötronların her birinin kendi olay ufkuna sahip olacak yoğunlukları yok mu? Eğer varsa çekirdek içi kuvvetler bununla alakalı olabilir mi?
Yukarıdakilere bir de temel parçacıkların noktasal olduklarının varsayıldığını
eklersek, herhalde sorun biraz daha belirginleşir. Eğer temel parçacıklar, kütlenin
tek bir noktada toplandığı sonsuz yoğunluklu maddeler iseler hepsi birer karadelik
olmalı.
Noktasal parçacıklar varsayımı üzerinde durmak için yeterli yerimiz yok. Sadece,
parçacıkların gerçekten noktasal olup olmadıklarını deneysel olarak sınamanın
mümkün olmadığını, buna karşın parçacıkların bir büyüklüğü olduğu konusunda
da yeterli deneysel veri olmadığını ekleyelim. Normalde atom çekirdeğinin kapladığı
hacim olarak bildiğimiz bölge, aslında çekirdek içindeki, proton ve nötronların
yapı taşlarını oluşturan kuark ve diğer temel parçacıkların uyguladığı güçlü
kuvvetin etki mesafesinden doğuyor.
Gerçi, sicim kuramları temel parçacıkların noktasal olmayıp, ip gibi bir boyutlu
eğriler şeklinde olduğunu iddia etse de yukarıdaki soru bu kuramlar için de
geçerli. Eğer bütün temel parçacıklar noktasalsa, her biri gerçekten bir karadelik
oluşturur mu? Böyle bir şey oluyorsa bu olayın varlığını nasıl anlayabiliriz?
Ne yazık ki bu soruların yanıtları bilinmiyor. Çünkü yanıt ancak kütleçekim
kuvvetinin kuantum kuramıyla verilebilir. Fiziğin bu iki kuramını tek bir kuramda
birleştirme çabaları şimdiye kadar başarısız kaldı ve hâlâ parçacık fizikçilerini
meşgul eden önemli bir problem olma özelliğini koruyor.
ABD'de Brookhaven Ulusal Laboratuvarı'nda ağır altın iyonlaranın ışığınkine
yakın hızlarda çarpıştırılması sonucu oluşan parçacık yağmurunun kesit görüntüsü.
Çarpışma sonucu oluşacak bir karadeliğin Dünya'yı yutacağı biçiminde medyada
yer alan sansasyonel haberler, laboratuvar yetkililerince gülümsemeyle karşılanmıştı.
Nedeni, karadelik oluşması için çok daha yoğun enerjiler gerekmesi ve oluşsa
bile, böylesine küçük bir karadeliğin anında yokolması.
Fakat neler olabileceği konusunda bir fikir edinmemiz mümkün. Bunu da, kuantum
fiziğini büyük karadeliklere uygulamayı başararak, karadeliklerin aslında tam
kara olmadığını, dışarıya bir tür ışıma yayarak buharlaştığını keşfeden Stephen
Hawking'e borçluyuz. Buharlaşmanın neden kaynaklandığını kısaca hatırlamakta
yarar var. Kuantum fiziğine göre uzay boşluğu, özelliksiz bir boşluk değildir.
Aksine, boşlukta parçacık karşıt parçacık çiftleri kendiliğinden ortaya çıkarak,
kısa bir süre yaşadıktan sonra birbirlerini tekrar yok ederler. Hawking, bu
olaylar bir karadeliğin olay ufkunun çok yakınında olduğunda, çiftlerden birinin
soğurulduğunu, fakat diğerinin sonsuza kaçarak karadeliğin hafiflemesine neden
olduğunu gösterdi. Buharlaşma diye adlandırabileceğimiz bu olayın hızı sadece
karadeliğin kütlesine bağlı. Kolayca tahmin edilebileceği gibi, karadelik ne
kadar büyükse, buharlaşma da o kadar yavaş oluyor. Öyleyse, her karadelik yeteri
kadar bir süre sonra (eğer bu arada başka kütleler yutarak daha da büyümemişse)
buharlaşarak yok olacaktır.
Büyük yıldızların doğal evrimleri sonucu oluşmuş karadeliklerin yaşam süreleri
çok uzun: Evrenin bugünkü yaşından kat kat daha uzun. Fakat aynı şeyi daha küçük
kütleli karadelikler için söylemek mümkün değil, çünkü bir karadeliğin yaşam
süresi kütlesinin küpüyle ters orantılı. Eğer 10 gramlık bir kurşun kalemi sıkıştırıp
bir karadelik elde etmek mümkün olsaydı, (kalemi çekirdeğin çapından 10 katrilyon
kat daha küçük bir bölgeye sıkıştırabilseydik) bu karadelik 10-22 saniye içinde
buharlaşarak yok olurdu. Aslında bu kadar kısa sürede olan buharlaşmayı "patlama"
olarak adlandırmak daha doğru. Yani küçük karadelikler, daha çevresindeki maddeyi
yutarak büyümeye zaman bulamadan patlayacaklardır.
Proton kütlesindeki bir parçacık için bu buharlaşma süresi çok çok daha küçük.
Fakat daha temel parçacıklar ölçeğine inmeden Hawking'in sonuçları geçerliliğini
kaybeder. Bunun da nedeni kısaca şu: Karadelik küçüldükçe, buharlaşma daha hızlı
oluyor, yani kütle ve enerjisini daha hızlı kaybediyordu. Bu, bir saniye içinde
karadelikten ayrılan ışınımdaki parçacıkların ortalama sayısının ve ortalama
enerjisinin daha fazla olması anlamına geliyor. Karadeliğin kütlesi 10 mikrogram
seviyesine indiğinde, kaçan parçacıkların ortalama kütlesi de 10 mikrogram büyüklüğüne
erişiyor. Bu tip kütlelerde geride kalanın mı yoksa kaçan her bir parçacığın
mı asıl karadelik olduğunu söylemek zor. Bu nedenle daha küçük kütleler için
olayın fiziğinde önemli bir değişiklik var ve parçacık fizikçilerinin aydınlatmaya
çalıştığı asıl alan burası. Daha küçük karadelikler için belki hâlâ niteliksel
olarak bir buharlaşmadan söz edilebilir, ama Hawking'in sonuçlarının buraya
uygulanması zor.
Tekrar temel parçacıklara dönersek: olayın fiziğinde büyük bir değişim olduğundan
dolayı parçacıklar bildiğimiz anlamda karadelik özellikleri taşıyamazlar. Problemin
nereden kaynaklandığı belli: Parçacık kütleleri ölçeğinde bir karadelik olsa
bile bu karadeliğin diğer kütleleri yutarak büyümesi imkansız.
Bunun dışında, kütle küçüldükçe olay ufkunun da küçüldüğünü, ve parçacıklar
için olay ufkunun bildiğimiz tüm uzunluk ölçeklerinden küçük olduğunu ekleyelim
(10-54 metre). Hiç bir hızlandırıcıda parçacıkların bu kadar yakın olması sağlanamadığı
için bu mesafelerde kütleçekim yasasının hangi formda olduğunu henüz bilmiyoruz.
Yukarıda bu soruya yanıtımızın neden "bilmiyoruz" şeklinde olduğunu
açıklamaya çalıştık. Şu anda elimizden ne yazık ki bu geliyor. Bu soruya verilecek
ilk yanıt büyük bir olasılıkla kuramsal alandan gelecek ve bir olasılıkla kütleçekim
kuvvetinin doğanın diğer üç kuvvetiyle ilgisi de bu arada ortaya çıkacaktır.
Hız zamana bölünmüş mesafedir. Einstein hızın aynı olması için mesafe ve zamanın FARKLI olması gerektiğini düşündü. Bu da zamanda kuşkulu bir şeyler olduğunu gösterdi. Bana göre zaman ve mesafenin farklı olması gerekmiyor. Başka bir deyişle Einstein'ın ışık hızının mutlak, uzay ve zaman aralıklarının izafi olduğunu düşünmesi bana çok ters düşüyor. Şöyle ki Newton kuralları daha geçerli gibi gözüküyor: zaman ve mesafe aralıkları mutlaktır ve ışık hızı izafidir. Bunun açıklamasını da Einstein'ın kendi verdiği bir örnekle gösterebilirim. Elimizde bir yolcu vagonu olsun ve vagonun ortasında bir adam olsun, bu adamın elinde her iki tarafa aynı anda ışık saçabilen bir alet olsun. Adam aletin düğmesine bastığında vagonun sonundaki kapı ile başındaki kapıya ışık ulaştığında kapılar açılsın. Bu adamı da dışarıdan izleyebilen başka bir adam olsun. Şimdi tren giderken adam bu aletin düğmesine bastığında kapılar trenin içindeki adama göre aynı anda açılır ama dışarıdaki gözlemciye göre arka kapı daha önce açılır. Burada göreceli bir kavram söz konusu. Şimdi Einstein'ın söylediğiyle ne kadar tezat olduğunu göstermek ve sorumu sormak istiyorum. Albert Einstein diyor ki: Işık nasıl yayılırsa yayılsın hareket eden kişi de duran kişi de ışığı aynı hızda gittiğini görür. Burada durmak istiyorum. Tren örneğine dönelim: Trenin dışındaki gözlemci arka kapının daha erken açıldığını görüyor; bu durumda Einstein'ın söylediği gibi ışık hızı herkes için aynıdır yargısı yok oluyor. Eğer aynı olsaydı dışardan trene bakan kişi de kapıların aynı anda açıldığını görmüş olmaz mıydı? Bir şey daha söylemek istiyorum. Diyelim ki ışık hızından 6.279mil/sn hızla daha yavaş giden bir araçta olduğumuzu düşünelim ve arkamızdan ışık ışını yollansın. Bu durumda ben Einstein'ın dediği gibi ışığın hızını 186.279mil/sn mi? yoksa Newton'un dediği gibi 186.279-180=6.279mil/sn olarak mı görürüm?
Newton'un kuralları (daha doğrusu Galileo'nun kuralları) bize normal gelse
de, doğanın bizim düşündüğümüz gibi çalışması zorunluluğu yok. Şüphesiz Einstein
da eski zaman kavramının anlaşılmasını daha kolay bulmuştur. Ne var ki, 19.
yüzyılın sonlarında yapılan bir çok deney işlerin bu kadar basit olmadığını
söylüyordu.
Önce "hızların eklenmesi yasasından" başlayalım. Bu Galileo'nun ünlü
görelilik yasası. "Dünya dönüyor" dedikçe, "o zaman niye bıraktığımız
bir taş düşerken yana savrulmuyor?" gibi itirazlar sürekli geldiği için,
Galileo görelilik yasasını geliştirmek zorunda kalmıştı. Bugün bu yasayı anlamakta
zorlanmıyoruz. Eğer 1 m/sn hızla gidiyorsanız ve ileriye doğru 2 m/sn hızla
bir taş atarsanız, taş 3 m/sn hızla gider. 19. yüzyılın sonunda, birçok bilim
adamı bu yasayı kullanarak Dünya'nın uzaydaki hızının bulunabileceğini düşündüler.
Dünya Güneş çevresinde dönerken, saniyede 30 km.lik bir hız yapıyor (bu ışığın
boşluktaki hızının 10,000'de biri). Güneş'in de bir hızı olduğunu düşünürsek,
Dünyanın "gerçek" hızı, hangi yöne doğru gittiğine bağlı olarak bundan
fazla ya da az olabilir. Galileo'nun görelilik yasasına göre Dünya'dan yayılan
ışık, Dünya'yla aynı yönde gidiyorsa biraz hızlanmalı, ters yönde gidiyorsa
da biraz yavaşlamalı. Hızda 10,000'de birlik bir değişme pek fazla olmasa gerek.
Işık 1 metre kadar bir mesafe kat etmişse, normalden 0.1 mm civarında bir ilerleme
ya da gecikme söz konusu demektir. Bu pek ölçülebilir bir uzaklık gibi görünmüyor.
Ama ışığın dalga yapısı düşünüldüğünde, 0.1 mm ışığın yarım mikron civarında
olan dalga boyundan çok fazla olduğu için, bu kadar bir fark bile 19. yüzyılın
basit aletleriyle ölçülebilir.
Bu deneylerden en ünlüsü olan Michelson ve Morley deneyi yapıldığında Dünya'nın
hareket etmediği gibi bir sonuç ortaya çıktı! Dünya Güneş çevresinde dönerken
hız yönünü sürekli değiştirdiği için, Güneş'in hızını da hesaba katarak, uzayda
hareket ederken en azından bir anlık dursa bile diğer zamanlarda saniyede 30
km mertebesinde bir hıza sahip olması gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Dünya'nın hızı sürekli değiştiğine göre sorun Dünya'nın hareketinde değil, Galileo'nun
görelilik ilkesinde olmalı. Dünya hangi hızla hareket ederse etsin, sanki Dünya
yerinde duruyormuş gibi ışık her yöne eşit hızla yayılıyor.